Altı yada yedi yaşındaydım. Araları Akyazı tuğlasıyla örülü ahşap evimizin bahçesinde oyun oynarken, odun yığınlarının altında küçük bir havlama sesi duydum. Eğilip bakınca yavru bir köpekle göz göze gelmiştim. Açlıktan yapışan karnı, cılızlığı bile köpeğin güzelliğini bozmamıştı.
Burnunun ucundan kuyruk ucuna kadar siyah, çenesinin altından kıvrımlı bir şekilde kuyruğuna kadar olan kısmı ise beyaz renkteydi. Kuyruğunun ucunda da küçük bir beyazlık vardı. Önüne koyduğum bir kase sütü bir nefeste bitirdi. Sonra bir kase, bir kase daha… Üç kase sütü, üç dakikada bitiriverdi. Artık bu küçük bıdığın keyfi yerine gelince ayaklarıma sürtünmeye başladı. Ben de kafasından ve boynunun altından okşayıp, sevmeye başladım. Tanışıklığımız böyle olmuştu bu yavruyla. Sonra evin bahçesinde oynadığım arkadaşlarla da tanıştı. Güleç yüzü ve neşeli tavırlarıyla arkadaşlarıma da sevdirmişti kendini. Hava kararırken onu bir kutunun içinde evin balkonunda korunaklı bir yere koydum. Akşam yemeğinde olan biteni anneme ve babama anlatırken sevincim yüzümden okunuyordu. Annemle babam beni mutlu gördükten sonra hayır olmaz oğlum, diyemediler. Böylelikle bir köpek sahibi olmuştum…
O akşam yatarken çocuk dünyamda kurduğum hayallerle köpeğim ve bentürlü maceralara yelken açmıştık. Ben o kadar çok bahsetmiştim ki babam sabahleyin bir de ben bakayım şu bıdığa diyerek köpeğin yanına gittik ve babam da çok sevimli buldu o köpeği. Küçük ve sevimli olduğu için “ Poni” diye seslenmişti köpeğe babam. O andan itibaren köpeğimin adı “Poni” olmuştu…
Poni artık benim en yakın arkadaşımdı. Nereye gidersem gideyim yanımdan ayrılmıyordu. Yavaş yavaş büyüyüp serpilmeye başladı. Onunla koşuyor zıplıyordum. Alt alta üst üste yuvarlanıyorduk. O benim yüzümü yalıyor ben de onun kafasını ve boynunu okşuyordum. Poni koş oğlum diye komut verdiğimde Poni koşuyor, dur oğlum deyince duruyordu…
Ona bir çok şeyi yapmayı da öğretmiştim. Başına avucumun içiyle dokunup sağ elimi uzattığımda Poni de sağ patisini uzatıyordu, aynı şekilde sol elimi uzattığımda o da sol patisini uzatıyor, tokalaşıyorduk…
Akyazı’nın Dinsiz deresi kenarında bulunan Yağcılar köyünde o zamanla her aile kendi hayvanlarını bakar, süt ürünlerini kendileri karşılardı. Köyün benimle emsal çocukları ise o hayvanları Dinsiz deresinin kenarında otlatır, karınlarını doyururdu. Yani kendi hayvanlarımızın çobanlığını yapıyorduk. Poni de benimle geliyor, ben dereye girdiğimde benimle yüzüyor, tuttuğum balıkları kargalar götürmesin diye bekçilik yapıyordu. Sonra mısır tarlasına giren inekleri havlayarak geri çeviriyordu…
Bir sabah uyandığımda Poni evin önünde yoktu. Defalarca seslenmeme rağmen Poni ortalıkta görünmüyordu. Aramadığım yer kalmadı. Yok, yok, yok… Umudumu yitirmiştim artık. Ardan iki gün geçti. Bir baktım ki Poni geriye dönmüş. Poni artık bir kız arkadaş edinmişti. Kızamadım bile Poni’ye o yüzden. Evet Poni çapkınlığa başlamıştı…
Okul zamanlarında benimle okula gelir, ben okuldan çıkana kadar bekler eve beraber dönerdik. Artık ikiz gibi olmuştuk Poni’yle…
Kış günlerinde soba yakmak için evin arka bahçesinde bulunan odunluktan odun taşımak benim görevimdi. Yine bir akşam üstü odunluğa giderken Poni de geldi. Ben kollarımı odun doldurup taşırken bir baktım ki Poni de ağzına bir odun almış bana yardım ediyor. Ben odunları balkona dizerken o da ağzındaki odunu balkona bıraktı. O anda, “Hey Allah’ım! Nasıl sevmeyeyim Poni’yi?” Diye geçirdim içimden. Çok şaşırtmış ve sevindirmişti beni. Tabi ben de Poni’yi ödüllendirdim. 70’li yılların ikinci yarısında bakalar da açık bisküviler ve gofretler satılırdı. Bizim için en büyük keyifti onlardan yemek. Şimdiki siyasilerin espri konusu olan “Püskevit” yapardık. Yani iki bisküvi arasına lokum koyup yerdik. Her neyse. O zaman Adapazarı’nın en iyi markası olan “Doğan Bisküvi” alıp Poni’ye verdim. Poni de hiç itiraz etmedi tabi. Poni bizim aile fertlerinden biriydi artık. O gün ortalıkta görünmezse herkes birbirine sorardı, Poni nerde diye…
Ortaokul 2 ye gidiyordum artık. İlkokul 1 de tanıştığım Poni’yle 6 yıldır dosttuk. Bir gün okuldan eve döndüğümde Poni artık yaşamıyordu. Bir süt arabasının altında kalmış. Sonra da gömmüşler onu…
Süt arabasının şoförüne lanetler yağdırdım çocuk aklımca. Günlerce üzüntünün ve moral bozukluğunun en koyu en dip biçimini yaşadım. Poni’yle altı yıl süren dostluğumuz bir süt arabasının altında kalmıştı. Yaşamın acımasız yüzünün gerçekliğiyle ilk o zaman karşılaştım…
Akşamları evde çocuklarım “ Baba bize çocukluğunu anlat” dediklerinde Poniyle olan maceralarımı anlatırken, kendileri de sanki benim çocukluğuma gidip aynı maceraları yaşıyorlar ve aynı heyecanı duyuyorlar. Film izlerken ya da roman okurken bizde kendimizi o filmin yada o romanın içinde buluveririz. Çocuklarım da poni ile maceralarımı anlatırken zaman tünelinden benim çocukluk yıllarıma gidip mutlu oluyorlar ve her defasında anlatmamı istiyorlar Poni’yi…
Televizyon dizilerinde çizgi romanlarda köpeklerle insanların dostluğunu anlatan filmleri beğeniyle izlemişizdir bir çoğumuz. Flander’lerin köpeği, Lessie ve daha bir çoğu… Ben poni’yle filmlerde oynanan senaryoların gerçeğini yaşadım. O haz ve mutluluk hayatımın unutulmayacak günleridir!...
Hayvan kelimesi doğada yaşayan hayvanların genel adıdır. Kullanım şekliyle birbirlerini aşağılamak, kötülemek amacıyla insanların sinirlendiklerinde birbirlerine söyleyecekleri bir kelimedir ve kaba bir sözcüktür.
Şimdi ben Poni’ye bir hayvan gözüyle nasıl bakabilirim? Benim için bir Poni’ydi o, bir köpek değildi! Tek farkımız fiziksel görüntümüzdü. Bir insana kim Poni kadar yakın, Poni kadar dost olabilir?...
Hikayeniz gerçekten güzel son satırları hariç. Sahabenin hayatı dersem fikrinizin değişeceğinizden eminim.