Geçen ayki yazımda da belirttiğim gibi, aşk konusu bir köşe yazısına sığmayacak kadar renklidir. Dünyaya gelen herkesin başına gelmiştir bu tatlı bela.
Şimdi geçen ayki yazıma sığdıramadığım bu tatlı bela konusuna devam edelim. Şairlerin “en komünisti” aynı zamanda eylemci ve sürrealist (gerçeğin insandaki izdüşümü) akımın öncülerinden sayılan Louis ARAGON’un Rus şair Elsa’yla olan aşkı kendilerini bile aşmış, şiirlerine esin kaynağı olmuştur.
Ülkemizde “Mutlu Aşk Yoktur” şiiriyle bilinen ARAGON, bir restoranın barında göz göze geldiği Elsa’yla, hemen birbirlerine ait olduklarını anlamıştı. “Elsa’nın Gözleri” adlı şiiri o an ARAGON’un kalbinden dizelere dökülmüştü bile.
Şu olağanüstü dizeleri okur musunuz?
Öyle derin ki gözlerin içmeye eğildim de
Bütün güneşleri pırıl pırıl orada gördüm
Orada bütün ümitsizlikleri bekleyen ölüm
Öyle derin ki her şeyi unuttum içlerinde
Bu büyülü mısraları aşktan başka hiçbir şey yazdıramazdı herhalde...
Leyla ile Mecnun, Aslı ile Kerem, Ferhat ile Şirin... Memleketimizde bu aşk efsanelerini bilmeyen yoktur herhalde. Bu efsanelere değinmeyeceğim o yüzden. Amacım aşk denen tılsımın boşluğunda bir yere tutunabilmek...
1992 Sivas Katliamı’ndan kurtulan Aziz NESİN’in fıkra ve hikâyeleri bir zamanlar çok okunurdu. NESİN’in halka malolmuş bir deyimi, o hikâyelerinden damıtılmış olduğunu tekrar hatırlatmak isterim. Hatta bu deyimin ününün memleketimizin sınırlarını da aştığını belirtmek yararlı olur. Ama o deyime gelmeden, öncelikle O’nun “Tülsü’yü Sevmek” yazısını hatırlatacağım. Beni çok etkileyen bu hikâyenin keyfini ve tadını sizinle paylaşmak bana mutluluk verecek.
Özetle; Üstad yurtdışında geçirdiği bir haftalık yoğun bir iş temposundan yorulmuş ve bir akşam kendi başına kalmak istemiş. Kaldığı otelin çevresinde kendi başına kalacağı salaş bir yer aramış. Kolalı insanlar, kolalı masa örtüleri ve kolalı konuşmalardan uzaklaşmayı tercih edip, buruşuk insanlar, buruşuk masa örtüleri ve buruşuk konuşmalar arasında kendi başına kalmayı yeğlemiş. Kendine göre bir masa bulup oturmuş. Siparişi almak üzere barda bulunan üç kadın garsondan Akdeniz esmeri kadın garsona beyaz peynir, salata ve beyaz şarap söylemiş. Tam şarabını yudumlamaya başlamışken bara giren bir yabancı boş yer bulamayınca bizimkinin masada tek başına oturduğunu görüp, “müsaade ederseniz yanınıza oturabilir miyim?” demiş.
Bizimki yalnızlığının bozulacağını anlasa da nezaketen buyur etmiş masaya. Sipariş ettiği peynir, salata ve beyaz şarabı masaya koymuş Akdeniz esmeri kadın. “Şerefe” diyerek kadehini kaldırmış yabancı adam. Böylece sohbet başlamış.
Aziz NESİN, sohbet etmiş olmak için, “ne iş yapıyorsunuz?” diye sormuş adama.
Adam: Tülsü’yü seviyorum.
Bizimki: Nasıl yani? diyerek şaşkınlığını gizleyememiş.
Âşık olduğunda kendisi 5, Tülsü 15 yaşındaymış. O, oturduğu mahallede görmüş O’nu. Sonra Tuna nehrinin kenarında bir parkta görmüş. O zaman kendisi 30 İyonyalı kız ise 25’indeymiş. Sonra dünyanın birçok yerinde karşılaşmışlar. Trene binerken gördüğü siyahi bir kız 30’unda, kendisi 50’sindeymiş. Otobüsten inerken gördüğü 18’inde uzakdoğulu bir kız, kendisi 60’ındaymış.
Aziz NESİN: Peki, Tülsü’yü bunca sevmeniz nedendir? diye sormadan edememiş.
Adam: Pek çok nedeni var, demiş. Bir kez onu arayıp bulamayınca, bulduğum zaman da kavuşamayınca Tülsü’ye olan tutkum daha çok artıyor. Öyle bir tutku ki gittikçe alazlanıp beni yakıyor. İçim köz köz...
O’na kavuşamadan kendi yangınımdan kül olup tükeneceğimi biliyorum. Tülsü öyle iyi, öyle iyi ki...
Yanılıp da kendilerini Tülsü sanarak kendileriyle birlikte olduğum diğer kadınlar gibi benimle kavga etmedi, kavga fırsatları yaratmadı. Benimle ilişkilerinde çıkarcılık gütmedi. “Seni seviyorum” diye ne beni ne kendini kandırdı. Hiç ikiyüzlülük etmedi. Hiçbir gizli hesabı olmadı. Çünkü bütün bunların olması için paylaşacağımız zamanımız olmadı ki...
Tülsü benim için hep boyutsuz, anlık yaşam olarak devam ediyor. Bir şimşek parıltısı süresince yaşayabiliyorum O’nu. Bu yüzden O’nu seviyorum, hep seveceğim. Benim birincil işim Tülsü’yü sevmek olacak hep