Anadolu Rumlarının sembolü olan Manoli Aksiyotis’in zorlu geçen yaşamı sadece Anadolu Rumlarının değil, tüm insanlığın dramı olmuştur. Bir önceki yazımda Balkan Rumlarının yaşadığı ve Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasına kadar Efes’in Kırkıca köyü ve etrafındaki Türk köyleriyle barış ve kardeşlik içerisinde nasıl da mutlu bir şekilde yaşadıklarından bahsetmiştim.
Osmanlıya bağlı birçok Balkan milletleri ve Anadolu da Balkan Savaşları’yla ivme kazanan milliyetçilik hareketlenmeleri Küçük Asya’da yaşayan Rum, Türk ve diğer milletlerin hep bir arada yaşadığı dostane ilişkiler için sonun başlangıcı olmuştu.
İnsanlığın içini bir virüs gibi kemiren o milliyetçilik ateşi insanın içine bir kere düşmeye görsün. Kapı komşusuna, çocukluk arkadaşına, birlikte gülüp birlikte ağladığı dostlarına artık bir başka gözle bakmaya başlar insan.
Manoli Aksiyotis, biri kız yedi kardeştirler. Anne baba ve kardeşleriyle her günlerini bağda, bahçede, tarlada geçirip, yorulup bıkmadan çalışırlar; çalıştıkça her yıl daha fazla ürün alırlardı.
İzmir’den gelen haberler hiç işlerine gelmiyor, köyü derin bir sessizlik ve tedirginlik alıp gidiyordu. Balkanlardaki savaş ve Osmanlının Almanya’nın yanında savaşa girdiği haberleri tedirginliklerini telaşa döndürmüştü. Huzursuzluk içerisinde beklenilen günler köye varmıştı sonunda. Manoli’nin iki ağabeyi Yunanistan’a kaçmış Rumlarla birlikte Türklere karşı savaşıyordu. Manoli’yi de en korkulan birliğe, amele taburuna aldı Osmanlı Ordusu. Bu taburlar Küçük Asya’da yaşayan gayrimüslimlerin geri hizmetlerde değerlendirildiği birliklerden oluşuyordu.
Manoli, Ankara’da 2. amele taburunda zayıflıktan kemikleri sayılacak hale gelmişti. Sadece kendisi değil taburdaki herkes aynı durumdaydı. Dost olduğu insanların sefalet içinde dizinde ölmelerini seyrediyor, bunları gördükçe içinde biriken hınç ve kin kudret ve cesaret haline geliyordu. Arkadaşlarının öleceğini bile bile kurduğu yaşama hayalleri ve bu hayallerde hep köylerinden bahsetmesi, köye döner dönmez güzel bir kızla evlenme rüyaları vardı.
Türk köylerinde de gençler askerde olduğundan sadece yaşlılar ve kadınlar yaşıyordu. Ekinlerini yetiştiremiyor, tarlalarına bakamıyorlardı. Köylülere yardım etmek üzere taburdan asker istendi. Manoli’nin şansı yaver gitmiş çok iyi bir köylüye düşmüştü. Ali dayı çok iyi kalpli, dürüst bir insandı. Manoli birkaç askerle birlikte Ali Dayı’nın, 18 yaşındaki kızı Adviye ve hasta karısıyla yaşadığı çiftliğe yerleşti. Ali Dayı onlara temiz yatak ve her öğün yemek veriyordu. Ayrıca her gün banyo yapma imkânları da vardı. Amele taburunda yaşadıkları öldürücü, bunaltıcı günlerden sonra Ali Dayı'nın çiftliğindeki yaşam onlar için son derece memnuniyet vericiydi. Çiftlikte olağanüstü çalışan Manoli, her şeyi bir düzene koymuştu. Çok becerikli olması Ali Dayı’yı hoşnut ediyordu. Adviye de Manoli’den hoşlanıyor, ona olan ilgisini gizlemiyor, sürekli övgü dolu sözler kullanarak, Manoli’nin gururunu okşuyordu. Bir gün çiftlikte Ali Dayı yokken olanlar olmuştu...
Bu olaydan sonra kaçma kararı aldı Manoli ve arkadaşı Panogi. Ertesi gün hazırlıklarını yapıp çiftlikten kaçtılar. Efes’e doğru yola koyuldular. Ölüm tehlikesi altında yarı aç, uykusuz günlerce yol aldılar. Köylerine döndüklerinde köy eski köy değildi. Bir gün evde uyurken zaptiyeler eve baskın yapıp yakaladılar Manoli’yi. Bu şekilde defalarca kaçtı, defalarca yakalandı...
Dünya savaşı Osmanlı ve Almanlar’ın yenilgisiyle sona ermişti nihayet. Tüm bu ızdırapların bittiği sanılırken bu defa Yunan Ordusu İzmir’e girmişti. Manoli de diğer Rum gençleri de bu defa Yunan Ordusu’na katılmıştı. Türklerle savaşmaya başlamışlardı. Balıkesir, Afyon, Kütahya hatta amele taburundan kaçarken yüzerek geçtiği Sakarya Nehri’ni bu defa istilacı Rum askeri olarak ikinci kez görüyordu. Savaşın o yoğun döneminde iki tarafın geçici ateşkes yaptığı bir zamanda silah arkadaşı Drossakkis ile çimlere sırt üstü uzanmışlardı.
- Güneşi içimize sindirmek için dolaşırken sık çimenlerle kaplı bir köşe bulup uzandık. Drossakkis sırt üstü yatmış büyük bir zevkle kaşınıyor, otları avuçlayıp burnuna götürüyor, kokuyu ciğerlerine dolduruyordu. Havayı kucaklamak istermiş gibi kollarını açarak:
- Ne güzeldir şu namussuz hayat! dedi.
- İnsan bazen çocukluğuna dönmüş gibi oluyor.
1600’lü yıllarda önce Fransa'yla başlayan uluslaşma süreci Küçük Asya önlerine kadar ulaşmıştı. İşte bu sürecin içinde var olan ve insanların kendi küçük dünyalarını yaşarken neden, niçin, niyelerini bilmeden başlarına gelen göç, hastalık, açlık, kıtlık, savaş ve ölümle sonuçlanır.
Bu yazıyı yazarken, Manoli Aksiyotis’in gerçek yaşam hikâyesini ele alan ve kendisi de 1922 yılında Yunanistan'a göç etmek zorunda kalan Dido SOTİRİYU'nun Benden Selam Söyle Anadolu’ya isimli kitabından esinlendim.
Manoli Aksiyotis, Efes’te yaşadığı dostluklarını, arkadaşlarını, çocukluğunu unutmamış ve her şeye rağmen hikâyesinin sonunda içtenlikle, içinde barış ve insanlık kokan bir duyguyla “Benden selam söyle Anadolu’ya” demiş.