Günümüzde var olan ulus devletlerin her birinin bir yerlerden gelmişlikleri, kendi tarihleri ve kendilerine göre kahramanları vardır. Yurttaşlar, bu tarih topağının etrafındaki söylemsel aurayla kendilerini ulus devletleri ile aidiyet ilişkisine sokarlar. Fakat her yurttaş kendi özenliğini geliştirme fırsatı bulamadığı için çoğunlukla ulusların ortak tarihine sahip çıkarlar. Yani , atalarının, kahramanlarının hikayeleri ile övünüp dururlar. Anlatırlar da anlatırlar…
Türkiyeliler, bizlerde anlata anlata bitiremeyiz. Başlarız Balkanlardan Çin Seddi’ne oradan Viyana’ya ve Afrika’ya kadar hikayeler anlatmaya. Oysa her savaş kan demek, kin demek, kelle demek, hırs demek. En çok da insanın insana kırımı demek. Domino taşı gibi başladı mı son taşına kadar yıkılır gider her şey. Sonu yıkılmış hayatlardır. Savaş her insanın dünyasının yıkılmasıdır. Çocukların annesiz, kadınların kocasız kalması demek. Tarlaların ekinsiz kalması, incirlerin, eriklerin, meyvelerin dalda kalması demek. Kinin kinden beslenmesi, insan denen yaratığın içinde biriken irinlerin patlaması, patlayan irinlerin yanardağa dönüşmesi demek. Açlık, yoksulluk, sefalet, bit, hastalık, göç ve zamansız ölümler demek…
Ben de size bir şeyler anlatacağım savaşla, ayrılıkla ilgili. Umarım biraz önce söylediklerimi anlaşılır kılabilirim bu hikaye ile. Bu hikaye Balkan ve Birinci Dünya Savaşları öncesinde Aydın’ın Efes İlçesinin Kırkıca köyünde başlıyor ve Yunanistan’a kadar devam ediyor. Bu hikayedeki yaşam öyküsü Manoli Aksiyos’un değil, tüm Anadolu Rumlarının ve Türklerin yaşam öyküsü gibi geliyor bana…
Manoli Aksiyosis, Anadolu Rumlarının sembolüdür. Çocukluk yıllarında yaşadığı yoksulluk, uzun süren savaş yıllarında çektiği tüm acılar ve göç etmek zorunda kaldığı Yunanistan’a kadar olan yaşam öyküsü sadece kendisinin değil, tüm insanlığın ortak kaderidir de aslında…
Kırkıca, Rumların yaşadığı bir köydür. Henüz toprak sahibi olan Kırkıcalılar işlenmemiş topraklarını kısa bir zamanda çalışkanlıklarıyla verimli hale getirmişler, bol ürünler yetiştirerek elleri biraz da olsa para görmeye başlamıştır. İncirini, üzümünü, tütününü İzmir’de tüccarlara yok pahasına da satsalar elerline yıllık geçimleri için üç beş kuruşları kalmaktadır…
Kırkıcalılara göre “hani şu yeryüzünde cennet” diye bir şey varsa o cennetin bir parçası olmalıydı Kırkıca. Ormanlarla kaplı dağlık bir bölgede kuruluydu köy. Denize kadar göz alabildiğine uzanan Efes Ovası ve baştan başa yemiş bahçeleriyle, incirliklerle, zeytinliklerle, tütün, pamuk ve susam tarlalarıyla dolu olan bu topraklar tamamen Kırkıca’ ya aitti…
Bu ürünler İzmir’e gidip satıldıktan sonra paralar cebe iner, köyde daha önce birbirleriyle sözleşen gençler düğün yapardı. Köyde düğün dernek bol bol ziyafet demekti. Düğünler Aya Dimitri’de yapılır, papazlar başlarını kaşıyacak zaman bulamazlardı. Çünkü kışa kadar en az yirmi düğün yapılırdı. Köyde şölenler düzenlenir, sofralar kurulur, köyün gençleri at üstünde yeteneklerini sergiler, herkes neşe içinde eğlenirdi. Hiçbir dini bayramı tadını çıkarmadan geçirmezlerdi. Noel, epifania, paskalya… Büyük perhiz günlerinde yeni evli çiftler kıra çıkar, ateş yakar, kestane patlatır, rakı içer, dost meclisleri kurardı. Bu dost meclislerinde eşleriyle çöpçatanlar araya girmeden nasıl tanışıp seviştiklerini, buluştuklarını heyecan ve neşe içinde anlatırlardı. Bu meclise eşi yanında olmaya gidemezdi…
Anadolu’nun sıcağından mı, ikliminden mi, toprağından mı nedir? Sabahları türkü söyleyerek uyanırlardı. İlk ve her fırsatta birbirlerine türküler söylerlerdi. Komşu Türk köylerindeki insanlarla iyi ilişkiler kurup dostluklarını pekiştirmişlerdi. Efes’e, İzmir’e pazara giden köylüleri evlerinde ağırlarlar hatta o gece misafir ederlerdi…
Yıl 1912’ye geldiğinde İzmir’e sık sık gidenler dönüşlerinde köylülere huzursuzluk yaratan haberler getiriyorlardı. Balkanlarda savaş çıkmış, Yunanistan bağımsızlık savaşına girmişti. Yunanistan’dan sürülen mülteciler halkı savaş için kışkırtıyorlardı. Jön-Türkler Hareketi kaynıyordu. Reayada yüzlerce yıllık kurtuluş özlemleri artıyor, buna karşılık Jön-Türkler hareketi gelişiyordu. Ortadoğu gezisinden dönen yaşlı bir tüccar da kötü haberle gelmişti. Beyrut’ta halka dağıtılan broşürde ise şunlar yazılıydı:
“Eğer biz Türkler açsak ve ıstırap çekiyorsak, bunun bütün sebebi, servetimizi ve bütün ticaretimizi ellerinde tutan gavurlardır! Bunların istismarına daha ne kadar göz yumacağız? Gavur mallarını satın almayın. Onlarla her türlü ilişkiyi kesin…Ne ihtiyacımız var dostluklarına?Onlarla sözüm ona kardeşçe geçinmek size ne kazandırıyor? Siz samimi olarak onlara sevginizi ve servetlerinizi ikram ediyorsunuz ama onlar…”
Babası ticareti öğrensin diye Manoli’yi İzmir’e bir tüccarın yanına çırak olarak göndermişti. Manoli, o sırada yaşlı tüccarla oğlu arasında geçen bazı konuşmalara tanık olmuştu.
- Baba alçaklık ve yalan dolu vesikayı bütün Ortadoğu da dağıtan kim? Biliyor musun baba?
- Jön Türkler tabii. Başka kim olur?
- Boşuna yorma kendini, Jön Türkler değil Alman Bankası dağıtıyor. Evet evet! Filistin Alman Bankası! Şimdi anladın mı durumu?
Yaşlı tüccar oğlunun söylediklerini gözlerini yumarak sessizce düşündü ve işini bilen birisi olarak yabancı sermayenin Türkiye'de tek başına at oynatabilmek için kirli bir oyuna başladığını anladı.
Evet! Uzun yıllar bir halkın yanında kardeşçe yaşamış başka bir halkın değişebilmesi için, büyük bir kin birikiminin oluşturulması gerekir. O dönemin sömürgeci devletleri de bunun alt yapısını hazırlamak için düğmeye basıp, çarkı çevirmeye başladılar. Yıllarca birlikte ve kardeşçe yaşayan Anadolu Rumları ve Türklerin içine kin zehrini akıtmaya başladılar.
İnsanlığın kaderi haline gelen savaş oyununun ve Manoli Aksiyostis’in bundan sonraki yaşam öyküsünü bir sonraki yazımda sizlerle paylaşacağım…