SİZ BENİM YERİMDE OLSANIZ NE YAPARDINIZ - 1 -
Toplumlar ahlaki ilkelerle mi yoksa hukuki yasalarla mı yönetilir? Adalet nedir: yasalarda yazılı olan mı, toplumun fiilen geçerli sayıp uyduğu kurallar mı, her şeyin hakça yürüdüğü koşullarda, yasalarda yazılı olup olmadığına bakılmaksızın geçerli sayılması ve uyulması gerekli olan evrensel ilkeler mi? Ölüler için bir adaletten bahsedebilir miyiz? Onların hakkını kim savunabilir? Aileden ve toplumdan öğrenilen ahlak dediğimiz şey fiiliyatla karşılaşıldığında bir toz bulutu gibi kaybolup gider mi? Bireysel veya kolektif suç nedir? Kimleri kapsar? Toplumun belli özelliklerine, konjonktürel durumlara özgü olarak değişir mi? Suç her çağda ve her toplumda var mıdır? Kolektif olmasına rağmen suç bireyselleştirilebilir mi ya da tam tersinden bireysel olan suç kolektif kılınabilir mi? Kolektif bir suç söz konusuyken özgür irade bir işe yarar mı? Geçmişte işlendiği kabul edilen suçlar bir sonraki kuşakların sırtına yük olarak kalır mı? Bir toplum geçmişiyle nasıl hesaplaşabilir?
Tüm bu soruları soruşturan bir yapıttan söz etmek istiyorum. Alman yazar Beinhard Schling’in Okuyucu adlı romanı. Kitap 2. Dünya Savaşı esnasında üçüncü Reich yani Nazi döneminde gerçekleşen Yahudi soykırımını anlatıp nasyonal-sosyalist geçmişle hesaplaşma yollarını irdeliyor. Schling 1995’te bu kitabı yayımlamış. Roman aslında Yahudi soykırımını gündelik hayatın içinden ilginç bir temayla hem somutluyor hem de dönemin gelişmeleri ile yüzleşmeyi deniyor. Roman bireylerdeki utanç, suçluluk duygusu, öfke, özgür irade ve uyuşmuşluk gibi kavramları sorguluyor, evrensel bir ahlak açısından tartışıyor.
Romanın kahramanı Michael Berg. Berg on beş yaşından itibaren yaşam öyküsünü anlatmaya başlıyor. 1958 yılının ekim ayında sarılıktır ve sürekli kusmaktadır. Romanın kusma eylemiyle başlaması oldukça manidardır. Çünkü mide bulantısı ve kusma aslında suçluluk duygusunun, bunun karşısında duyulan çaresizlik ve öfkenin sembolüdür. Bu kanımı J.P. Sartre’ın sözleri ile desteklemek isterim: “Biz istediğimiz şeyi yapmıyoruz ve buna rağmen kim olduğumuzdan sorumluyuz, bu bir gerçektir. Her şey boştur; bu bahçe bu şehir ve ben. Eğer siz birden bire bunun farkına varırsanız, o sizi hasta yapar. Her şey rüzgâr gibi alıp götürür sizi. Baş dönmesi, mide bulantısı budur işte. ”Berg okul çıkışı yaptığı yürüyüşte bir binanın duvarına kusar. Berg kusarken yalnız değildir. Berg’i yalnız bırakmayan diğer kahraman otuz altı yaşındaki Hanna Schmitz’dir. Schmitz Berg’in davranışının sonuçlarını telafi eden, kusmuğunu temizleyen ve adeta Berg’in başka bir manada ruh ikizi olacak olan birisidir.
Schmitz Berlin’deki bir fabrikada kendisine teklif edilen ustabaşılık görevini reddeder ve 1943’te, üstelik gönüllü olarak Nazi örgütüne katılır. 1944’de Auschwitz’te, 1944-1945 kışına kadar da Krakov yakınlarındaki küçük bir kampta görev yapar, daha sonra ise mahkumlarla birlikte batıya doğru yola çıkarak görevini tamamlar.
Schmitz “oğlancık” diye hitap ettiği Berg’in kusmuklu yüzünü yıkadıktan sonra Berg’i evine bırakır. Berg doktorun tavsiyesiyle üç ay evden çıkamaz, yatar. İyileşince de annesinin isteğiyle teşekkür etmek için Schmitz’in evine gider. Berg ve Schmitz’in ilişkisi de bu ziyaretten itibaren şekillenmeye başlar. Schmitz her buluşmalarında Berg’i yıkar, birlikte duş alırlar, sonra sevişirler ve bir süre yan yana yatarlar. Schmitz’in temizliğe aşırı düşkünlüğü dikkat çekicidir.
Berg zamanla “yakışıksız” rüyalar görmeye başlar ve ilk sorgulamaları da böylece başlamış olur. Cinsel arzusunu tuhaf bir ahlaki mantıkla göreve dönüştürür ve vicdanını susturur. Berg yıllar sonra Schmitz ile ilişkisine baktığında şunu fark eder: İnsan istediği kadar düşünceli ve kararlı hareket etmek istesin, yine de isteğinden bağımsız hareket edebilir.
İlişkileri boyunca Berg Hanna’ya kitap okur, adeta ayinsel bir tadı vardır kitap okumanın. Berg Schmitz’e Alman aşk romanları okur. Schmitz hikayeyi dikkatle dinler, kadın karakterlerin aptallıklarından dolayı onları küçümser, bazen onlara sinirlenir. Ne var ki Tolstoy’un Savaş ve Barış’ını dinlediğinde karakterleri yargılamaz artık. Bu okumaların Schmitz üzerindeki etkisi bazı gerçekliği kabullenmeyi öğrenmek olmuştur. İlişkide önceleri Schmitz iktidarı elinde tutarken zaman içinde Berg bunu ele alır, hatta bisikletle yaptıkları bir seyahat sonrasında artık birbirlerine sahip olmaktan vazgeçmeyi öğrenirler.
“Onu ağlarken görmüştüm; arada bir ağlayabilen bir Hanna, hep güçlü olan bir Hanna’dan daha yakındı bana.” diye düşünür Berg. Berg’in gözlerinde Hanna dingin, dış dünyayı unutmuş gibi görünen, sezgileri tam anlamıyla işlemeyen bir kadındır. Sanki Hanna başkasının hayatı gibi kendi hayatını yaşar. Hanna bu haliyle bir yandan kolektif suç esnasındaki özgür irade ve bireysellik kavramını sorgulatır, bir yandan da bunun tam tersi olarak “uyuşmuş” kitleleri temsil eder.
Aslında Hanna’nın her zaman bir okuyucuya ihtiyacı olmuştur. Çünkü okuma yazma bilmez. Hatta yıllar önce çalıştığı yerde terfi ettirildiğinde sırf okuma yazma bilmemesinin verdiği utancı kapatmak için işi bırakır ve SS’lere katılır. Aynı şey biletçi olarak çalıştığı tramvayda başına gelince Berg’e hoşça kal bile demeden kayıplara karışır... (Devamı önümüzdeki yazıda...)