Bu toprağın, bu topraklarda yaşayan kuşların, böceklerin, ağaçların, bulutların, denizin, ırmağın, derenin, otların insanlarla yoğrularak söz ve saza dönen ifade biçimidir türküler.
O yüzdendir ki insanlar bu türkülerde kendilerinden bir şeyler bulurlar. Ve bu türküler bir sene moda olup sonra unutulacak değerler değildir. İnsanlar var olduğu sürece yaşar, en yakın arkadaşı olur ve yarenlik yaparlar onlara.
Şimdi size yine yarım yüz yıl önce yaşanmış hazin bir hikâyenin nasıl türküleştiğini anlatacağım. Bu türkünün çok kişinin bildiği bir hikâyesi var. Bir de birçok kişinin bilmediği hikâyesi...
Bu iki söylenceyi harmanlayıp öyle anlatmak istiyorum. Bilinen hikâyesiyle bilinmeyen hikâyesinin sonu aynı aslında.
Bilinen hikâye şöyle: Yer Çanakkale Boğazı, Nağra Burnu açıkları. 4 Nisan 1953 saat: 02:15. Dumlupınar denizaltısı, uzun ve yorucu bir seferden dönerken Nağra burnu açıklarında İsveç bandıralı Nabuland şilebi ile çarpışır. Sessiz bulanık ve soğuk bir gecede başından aldığı şiddetli darbe ile bir kaç saniye içinde sulara gömülür. Denizaltıdaki 81 kişilik mürettebattan 22'si sağ kalır. Sağ kalan 22 kişi, denizaltının arka bölümündeki torpido dairesine sığınır. Mahsur kalanların su yüzüne fırlattıkları telefon şamandırasıyla gemi ile irtibat sağlanır. Sağ kalan 22 kişiyi kurtarmak için herkes seferber olur. Bu arada oksijeni idareli kullanmaları için, gereksiz yere konuşmamaları, şarkı, türkü söylememeleri ve sigara içmemeleri için uyarılar yapılır. Ancak saatler süren kurtarma çalışmalarının sonunda, umutların tükendiği anda, karanlıkta bekleyen 22 kişiye, her şey yine aynı sözcüklerle anlatıldı: "Konuşabilir, türkü söyleyebilir hatta sigara bile içebilirsiniz." İşte bundan sonra şamandıradaki telefon hattının öbür ucundan, tüm Türkiye, denizaltıdan ölüme yapılan hüzünlü ama başı dik türküyü dinledi.
Evet bu bilinen söylenceydi. Bilinmeyen ama esas olan hikâyeyi şair Sunay Akın, bizzat kahramanların ağzından dinlemiştir.
Bu hikâyeye göre ise; Gelibolulu bir deniz subayı öğrencisi yine Gelibolulu bir kıza aşıktır. Bu genç, Bahriyeli okulundan mezun olur ve mezun olduğu gün sevgilisiyle buluşmak üzere söz verdiği yere gelir. Sevgilisi de onu beklemektedir. Kız sevgilisiyle buluşacağı için çok mutludur. Kız mutludur ama oğlanda bir durgunluk vardır. Kız ne olduğunu sorar. Oğlan, mezun olduğu için artık görevlere gideceğini ve belki de aylarca görüşemeyeceklerini söyler. Kız korkar ve içinden "Acaba benden ayrılmak mı istiyor?" diye geçirir. Yine de "Olsun ben beklerim." der. Oğlan bu sözlere sevinir. Ve yanında getirdiği bir kutuyu kıza verir. Kız ise "Nedir bu?" diye sorar. "Aç" der oğlan. Kız kutuyu açar. Kutudan bir el kitabı ile bir el feneri çıkar. Kız anlam veremez ve tekrar "Nedir bu?" diye sorar. Oğlan "Bu kitap mors alfabesidir. Bunu öğren. Ben boğazdan geçerken bana söylemek istediğini böyle anlatırsın. Ben sana ne zaman boğazdan geçeceğimi bildiririm." Der ve göreve çıkar.
Bir gün kızın bir arkadaşı gelir ve ona oğlanın aradığını söyler. Oğlan, o zamanlar herkesin evinde telefon olmadığı için arkadaşını arayarak haber vermiştir. Arkadaşı kıza, şu gün şu saatte boğazdan geçeceklerini söyler. Kız da ailesinin korkusundan geceleri çarşafın altında mors alfabesini çalışmaktadır. Sevgilisinin geleceğini duyunca geceler boyu çalışır. Denizaltının geçme saati gelir. Kız odasının boğazı gören penceresinin önünde gözleri ufukta beklerken denizaltı görünür. Kız geceler boyu öğrenmeye çalıştığı mors alfabesini uygulamaya başlar. Ve el feneriyle uzun kısa kısa uzun işaret verir. Kızın işaretlerini denizaltının güvertesindeki tüm denizciler görür. Birisi koşup komutana haber verir: "Komutanım, karadan biri mors alfabesiyle bir şeyler yazıyor. Bize mesaj vermek istiyor herhâlde." Komutan güverteye çıkar kızın "seni seviyorum" mesajını okur. Güvertedeki askerlere bu mesaj kime geliyor, diye sorunca kimseden ses çıkmaz. Bu arada bizim oğlan elindeki fenerle komutana yaklaşır ve cevap vermek için komutandan izin ister. Komutan "olmaz" der. "O elindeki fenerle olmaz. Geç denizaltının projektörüne." Oğlan hemen geçer projektörü yakar. Başlar yazmaya. Uzun kısa uzun kısa kısa uzun... Şöyle yazmaktadır: "Bende seni"...
O gece denizaltının projektörü bir aydınlanır bir söner, bir aydınlanır bir söner. Halk uzaylılar geldi zanneder. Bu iki aşığın hikâyesi askerler arasında efsane gibi yayılır ama oğlan kimdir kız kimdir kimse bilmez.
Oğlan yine göreve gidecektir. Boğazdan geçmelerine bir hafta kala haber yollar: "Şu gün, şu gece, şu saatte boğazdan bir denizaltı konvoyu geçecek. Ben konvoydaki ilk denizaltıdayım. Yani ilk gördüğün denizaltıda ben olacağım. Ona göre, şaşırma." der.
O gün gelir. Kız beklemeye başlar yine penceresinde. Takvimler 4 Nisan 1953'ü göstermektedir. Oğlanın da içinde bulunduğu Dumlupınar denizaltısı İsveç bandıralı Nabuland ile Gelibolu yakınlarında çarpışır ve batar. Yani kıza daha görünmeden denizin derinliklerine doğru kaybolur gider. Konvoydaki Bahri KURT komutasındaki ikinci denizaltı ise olanlardan habersiz rotasında ilerlemektedir. Gelibolu önlerine gelir. Tabi kız ilk bu denizaltıyı gördüğü için başlar yazmaya "seni çok seviyorum." Denizciler mesajı okur. O kulaktan kulağa duydukları efsanenin doğru olduğunu anlarlar ve doğruymuş, doğruymuş fısıltıları arasında erlerden biri Bahri Komutana haber verir. Komutan güverteye gelir ve mesajı görür. Erler sorar "efendim napalım?" Komutan düşünür "Bu kız herhâlde denizaltıları şaşırdı. Çünkü sevdiği bu denizaltıda değil. Olsa gelirdi. Şimdi bu kız sevdiğinden haber alamazsa uyuyamaz. Biz cevap yazalım." der. Ve geçer projektörün başına "ben de seni" diye yazar mesajını. Kız bu mesajı görür ve rahatlıkla döner gider.
Saatler sonra anlaşılır ki Dumlupınar kaza geçirmiş. Hemen arama kurtarma çalışmaları başlar. Denizaltıdan yukarı fırlatılan telefon şamandırasıyla aşağıdakilerle irtibata geçilir ama boşunadır. Denizaltı dalgıçların inemeyeceği kadar derindedir. Bu kurtarma çalışmaları sırasında, kurtarma teknelerinden biri manevra yaparken pervaneleri ile telefon şamandırasının kablosunu koparır ve iletişim kesilir. Saatler süren çalışmalar sonuç vermez ve 88 bahriyeli genç şehit olur. Ve bu hazin hikâye böylece türküleşir.
Ah, Bir Ataş Ver, Cigaramı Yakayım
Sen Salın Gel, Ben Boyuna Bakayım
Uzun Olur Gemilerin Direği
Ah, Çatal Olur Efelerin Yüreği
Ah, Ataşı Gavur, Sinem Ko Yansın
Arkadaşlar Uykulardan Uyansın
Uzun Olur Gemilerin Direği
Ah, Çatal Olur Efelerin Yüreği
Türkülerin çok seviliyor olması gerçek yaşamöykülerinden besleniyor olmasındandır belki de?
Sanayileşmenin getirdiği biokültür; kentlerdeki bireyselleşmenin sonucu modaya uygun basmakalıp sözler üretmeye iten popüler müziğin, kent yaşamında günlük stresi atmaya yarayan ayak temposundan ziyade, türkülerin insanları kır yaşamına yönelttiğini iddia etmek abartı sayılmaz sanırım.