DEMOKRASİ DEMOKRASİ DEDİKLERİ- 2
Bir önceki yazımda demokrasi ve halk kavramlarının Antik Yunan’dan günümüze kadar geçtiği aşamaları kaynak ve örnekleriyle açıklamaya çalışmıştım. Aynı zamanda demokrasi kavramının kâğıt üzerindeki anlatımının fazla cezbedici olduğunu vurgulamıştım. Bu yazımda ise demokrasinin uygulama aşamasında görülen kimi zorluklarını, gelişmelerini anlatacağım. Örneğin hemen hemen her devlette demokratik katılımcılıktan otoriter bir demokrasiye doğru nasıl geçildiğini, bir önceki yazımda olduğu gibi, örneklemelerle ve kaynaklarıyla açıklamaya çalışacağım.
Yaşanılan tecrübelerden anlaşıldığı üzere “seçilenler/seçkinler”, “bir grup gazete başyazarı/kanaat önderi” ve “çekirdekten yetişme politikacılar/militanlar” hiç de halktan sayılmazlar. Bunların toplantılarında halktan kimseyi göremezsiniz. Bunlar ya çekirdekten yetişme politikacılar, ya toplumda statü sahibi olan insanlar ya da doğrudan varlık sahibi olan kimselerdir. Halkın katılmadığı, katılamadığı bu toplantılarda açıklanan isimler çoğu kez halk tarafından bilinmez. Halk genellikle bir ambleme ya da amblemle özdeşleşmiş karizmatik bir lidere oy vermiş olur. Bu oy verme düşüncesinin kendisi de masum değildir aslında; bu düşüncenin ardında vaatler, hediyeler veya başka pazarlıklar gizlidir. Bu durum seçmenin iradesini etkileyerek yönlendirilmesini içerir. Bütün bu sürecin oluşmasında vaatler ve hediyeler egemen sınıfın üretim ilişkilerinden gelen üstünlüğünün işaretleridir.
Burada farklı toplum süreçlerini ekonomiden ayırmaya çalışan piyasacı açıklamaların doğurduğu boşluklara dikkat etmek ve ekonomiden kopuk bir siyaset alanı vurgusuna dikkat kesilmek gerekir. Aslında piyasacı açıklamların boşlukları, toplumsal eşitsizlik ve adaletsizliklerin üstünü örter ve bunları bir gerekçeyle kendisi için kullanılır. Bu kullanım demokrasi gibi süslü kavramların toplumsal ilişkilere yerleştirilmesiyle gerçek olur. Örneğin “İşçiler oyların çoğunu alıp iktidara gelebilirler”. Bu cümleyi bir çok piyasacı düşünür içinden istemese de kullanır. Ancak diyelim ki işçiler oyların çoğunu alıp iktidara gelseler bile üretim ilişkileri kapitalist içerikte sürecektir. Çünkü daha baştan verili politik bir öğüt olarak devletin kendisi, ekonomiden kültüre, dine, hukuka egemen sınıfın ağırlığında oluşturulmuş mevcut toplumsal ilişkilerle bütünleşik bir yapıdır. Devlet kurumları ve idari sistemleri hep bu yönde oluşturulmuştur.
Yukarıdaki anlattığım düşünce temsilcileri devleti parlamentoyla sınırlı tutar. Oysa devlet görünen (parlamento ve idari yapı) ve görünmeyenle (toplumsal ilişkiler, halk) bir bütündür. Devlet kesinlikle parlamentoyla sınırlı değildir. Aslında parlamento çoğu zaman lobiler, kurum ve kuruluşların sözcüsü durumundadır. Bütün bunlar devletin ekonomiyle olan bağını açık olarak ifade eder. Bu bağ, egemen sınıfın devletle bütünleşmesi, vergilerin alınması ve kullanılmasından, üretilen malların devletin zaruriliğine kadar takip edilebilir (Örneğin orduların aldıkları silahları işçiler üretir, ancak mülkiyeti başkasına aittir. Bu başkası söz konusu malları devlete temin eder ve olası savaşların koşullarından birini sağlar). Bu durumda işçi kesiminin oyların çoğunu alması iktidar açısından mutlak belirleyici değildir. Buna örnek olarak 1973 yılında parlamentoda ağırlık işçilerin eline geçse bile, devletin geri kalan kısmı parlamentoya refleks göstererek, kendi karakterini korudu. Burada devlet, halkın son derece sınırladığı katılımını, kendine zararlı gördüğü yerde gücünü kullanarak kırdı.
Bu bilgiler göz önüne alındığında Lenin’in demokrasi ve diktatörlük arasındaki bağ anımsatmanın yararlı olacağını düşünüyorum. Lenin, devletin sınıfsal karakterine işaret ederek demokrasiyi tarih üstü bir kavram olarak almak yerine hangi toplumsal ilişkiler ağı içinde ele alındığına bakmamız gerektiğini belirtir. Bu bağlamda “demokrasi belirli bir sınıfın diğer sınıflar üstündeki diktatörlüğü olarak tanımlanır”.
Demokrasi kim veya kimler içindir?
Buna göre bir sınıf için demokrasi, diğer sınıf için diktatörlük oluşturur. Bu da toplum içindeki sınıflar arası karşıt (antogonist) ilişkilerin bir sonucu olarak görülmelidir. Örnek vermek gerekirse, asgari ücretin azaltılıp artırılması işçinin ve burjuvanın elde edeceği rakamları belirler.
Bu ücreti belirleyen gücün siyasi ve ekonomik anlamda eşitlikten yana bir ortamdan bahsetme imkanı olabilir mi?
Devletin bu çapraşık yapısı karakteri bakımından yavaş yavaş otoriter bir demokrasiye doğru geçildiğinin işaretleri herkes tarafından görülür olmaya başladı. Devletin gücünü kullanan iktidar ve ekonomik eşitsizlikten faydalanarak kendi gücünü kullanan ve perde arkasında devletle bütünleşmiş varlık sahibi insanlar demokrasinin usta bir şekilde sadece sandığa gidip oy kullanmak şeklinde lanse ettiği net bir şekilde görülmektedir. Demokrasi sadece sandığa gidip oy kullanmak rejimi değildir. Seçim zamanları dışında da iktidarın çıkardığı, çıkaracağı yasalara da tüm halkın katılıp kararlaştırılmasıyla gerçekleşmesidir. Yoksa günümüzde olduğu gibi partilerin seçmenleri kandırma sanatına dönüşmemelidir.
Geldiğimiz aşamada ise artık otoriter demokrasiye geçildiğini bir sonraki yazımda dünyadaki örnekleriyle göreceğim.